- Ulus Devlet ve Ortaya Çıkışı
a. Genel
Ulus devlet 20’inci yüzyılın ilk yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlığa ulaşmış ve 18’inci yüzyılın sonlarından
günümüze kadar oluşturulması için mücadele edilen siyasal örgütlenme biçimidir. Ulus devlet, meşruiyetini bir ulusun
belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel
ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisinin belli bir coğrafyada örtüştürür ve böylelikle kendisinden
önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Küresel ölçekte bakıldığında üç grup ulus devlet mevcuttur. Birinci
grubu, Avrupa tarzı ulus devletler, ikinci grubu Amerika kıtasında kurulan ulus devletler ve üçüncü grubu ise 20‘inci
yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgecilikten sıyrılan devletlerin oluşturduğu ulus devletler oluşturmaktadır. Ulusun
sınırları belirlenirken kimlerin bu ulusa dahil edileceğini belirleyen kriterler, bu gruplar arasında mevcut bulunan
farklılıkları ortaya koymaktadır. Örneğin Amerika Kıtasında kurulan ulus devletlerde göçlerin türdeş olmayan kitlelerden
oluşan ulusu meydana getirmesi nedeniyle, doğumla kazanılan vatandaşlık ilkesi yaygın bir özelliktir. Böyle bir
yapılanmada etnik köken, dilsel, kültürel unsurlar vatandaşlığın kazanılmasında dikkate alınmamıştır. Avrupa tarzı ulus
devlet ise ilk olarak feodal nitelikteki siyasi düzenden, merkezi devlet yapısına geçişte kurgulanmıştır. Bu anlamda da
siyasi iktidarın meşruiyeti, ulus devletin oluşumu ve gelişimi ile gelecekteki durumunu belirleyecek en önemli etkendir[1].
Ulus devletin ne olduğu açıklığa kavuşturulurken, üç temel yaklaşım ileri sürülmektedir. Bunlar sosyolojik, tarihsel ve
hukuksal yaklaşımlardır. Sosyolojik yaklaşım ulus devleti kapitalist gelişme sürecinin bir türevi olarak ele alır. Sosyolojik
yaklaşımda kapitalizmden sonra etkili ikinci unsur, Avrupa devletlerinde anavatan düşüncesinin belirmesidir. Sosyolojik
yaklaşımda etkili olan bir diğer unsur ise düşünsel atılımın kitleselleşmesidir. Örneğin bir gazete okuru kendisiyle aynı
gazeteyi okuyanlardan sadece birkaçını tanımakta ama, her sabah kendisi gibi on binlerce kişinin aynı gazeteyi
okuduğunu bilmektedir.
Ulus devletin tanımlamasında dikkate alınan diğer bir yaklaşım tarihsel yaklaşımdır. Tarihsel yaklaşımda ulus devletin
ortaya çıktığı dönem 16’ıncı yüzyılın başlarıdır. Bu dönemlerde ulus devletin ortaya çıkmasında etkili olan ilk bulgu, tüm
Avrupa geneline yaygınlaştırılan kültürel türdeşliktir. İkinci bulgu kırsal kökenli bir nüfus yapısının varlığıdır. Üçüncü
bulgu ve ortak özellik ise her ne kadar adem-i merkeziyete yönelmiş olsa da, her bölgede aynı özellikleri taşıyan bir
siyasi yapının mevcudiyetidir.
Klasik hukuki yaklaşıma göre ise ulus devletin varlığı için genelde dört unsurun mevcut olması aranmaktadır. Bu unsurlar
kapsamında ülke ve insan somut unsurlar, iktidar ve devlet tüzel kişiliği ise soyut unsurları oluşturmaktadır[2].
Günümüz dünyasında farklı toplumsal ve siyasi süreçler neticesinde kurulmuş 200’ün üzerinde ulus devlet bulunmaktadır.
Her ne kadar kuruluş süreçleri farklı da olsa, toplumsal ve siyasi zemin olarak devletin temelinin yapılanmasında ulusun
oluşu, uluslararası uygulamalarda ulus-devlet politikalarının hayata geçirilmesi standart denebilecek bir yapı ortaya
çıkarmaktadır. Bir ulus inşa etmek ve milli kimliği ortaya çıkarma süreci her ulus devlette yaşanmaktadır. Üniter bir
mantık ve yapılanma ön plana çıkmakta, üniter bir yapının olmadığı yerde ise, ulus olmanın gereği olarak, tarih, üst
kimlik ve paylaşılan değerler kesinlikle vardır. Merkezi bir siyasi çatı mutlaka tesis edilmektedir. Yaklaşık iki asırdır tüm
ulus-devletlerde görülen bu özellikler üniter, entegre ve milli egemenlik esaslarına sahip siyasi bir düzeni ulus devletle
adeta özdeşleştirmiştir[3].
Bir siyasi yapılanma biçimi olarak ele alındığında ulus devlet modelinin milli egemenlik ve milli kimlik temel unsurları ile
ülkesel bütünlük, siyasi bütünlük ve idari bütünlük yapısal özelliklerinden müteşekkil olduğu söylenebilir. Temel unsurlar
ve yapısal özellikler incelendiğinde, tamamının milliyetçi ideolojinin siyasi yapılanmaya yansımaları olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Buradan hareketle milliyetçilik için “ulus devletin ideolojisi, ulus devlet için de bu ideolojinin devlet
şeklinde kristalize olmasıdır” demek abartılı değildir[4].
Tüm ulus devletler de parlamentolar anayasalarca en üst kurum olarak kabul edilmekte ve demokratik işleyişte farklılıklar
olmakla birlikte siyasi sistem milli egemenlik ilkesine göre yapılandırılmaktadır. Ülke bir devletin egemenliğine tabi
kılınmış olan yeryüzünün belirli kesimini, başka bir deyişle devlet egemenliğinin sınırlarını ifade eder. Ulus devletlerde
ulus gibi ülkenin de bölünmez bütünlüğü esastır. Modern devlet aşamasıyla hiç olmadığı kadar netleşen ülke
topraklarının milliyetçiliğin tesiriyle değer yüklü bir kavram haline getirilerek, adeta kutsallaştırılmış olduğu
görülmektedir. Ulus devletin her bakımdan birleşmiş ve bütünleşmiş bir topluluk oluşturma amacı, kültürel bütünlük
kadar siyasal bütünlüğü de gerektirmektedir. Bu doğrultuda ulus devletler, toplumu ortak bir siyasi kültür etrafında
bütünleştirme ve bir siyasi topluluk haline getirme amacı da güderler. Siyasi bütünlük esas olarak vatandaşlık bağı denen
bireyle devlet arasındaki hukuki bağ ile sağlanmaktadır. Birey bu bağ aracı ile ulusa dahil olmakta, sosyal ve siyasi
haklardan oluşan haklar demeti ile siyasal yapılanmanın parçası haline gelmektedir. Bireyin birtakım hak ve
yükümlülüklerle sorumluluklara sahip olmasını kapsayan “vatandaşlık”, toplumun siyasi ve hukuki
bütünlüğünü sağlamakta, eşitliği ve katılımı içermesiyle de milli güvenlik ilkesine işlerlik kazandırmaktadır. Vatandaşlığın
diğer bir özelliği ise, ulus devletin temel özelliklerinden olan milli kimlik ve kültür birliğine olan katkısıdır. Ulus devletler
üzerinde yükseldikleri bütüncül mantık ve temel unsurlarından milli egemenliğin tesiriyle merkezi siyasal bir otorite
etrafında teşkilatlanan idari ve siyasi birimlere sahiptirler. Bu bakımdan ülke içinde tüm halkın yetki vermesiyle oluşmuş
kontrol ve denetim imkanları yüksek, nihai otoriteye sahip tek bir hükümet yapılanması tercih edilmekte, kamu
hizmetlerinin merkez ve merkezin hiyerarşisi içinde yürütülmesi önemli bir idari prensip olarak uygulanmaktadır
“Siyasal düşüncenin evrimine bakıldığında ulus devletin oluşumunda, Machievelle’nin ulusal birlik görüşü, Jehan Bodin’in
egemenlik kuramı ve siyasal toplumun süreklilik unsuru, ulus devletin ilk yapı taşını oluşturmaktadır” denebilir[5].
Ardından Hobbes’in, Bodin’in geliştirdiği egemenlik kuramını Leviathan’da yeniden yorumlaması, sonrasında da Locke
ve Rouseau’nun toplumsal sözleşme ve egemenliğin kaynağı düşüncelerinin etkili olduğu söylenebilir[6].
b. Nicola Machivelli ve Ulusal Birlik
XVI’ıncı yüzyılda Nicola Machivelli İtalya’da ulusal birliği savunan, merkezi güçlü bir devlet kurulmasını amaçlayan bir
düşünür olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde İtalya’da ulusal merkezi bir devlet kurulamamıştır. İtalya kısa aralıklarla
kurulup yıkılan prensliklerden oluşmaktadır. Bu prensliklerin kurulup yıkılmasında İspanyol ve Fransız ordularının
bölgedeki istilasının da önemi büyüktür. Özellikle küçük prenslerin yöneticileri istilacı ordulardan, güçlerini artırmak
topraklarını genişletmek için yardım istemektedirler. İtalya bu dönemde iç savaşların, mükemmel cinayetlerin ve
ihanetlerin ülkesidir. Tüm bunların yaşandığı zamanlarda küçük bir çocuk olan Machiavelli, bu olaylara tanık olur ve bu
olayların etkisinde kalır. Machivelli yaşantısının ilerleyen zamanlarında devlet kademesinde görevler alır. 1520 yılında
Floransa Tarihi adlı eserini yazar ve İtalyan birliğinin, ulusal bir ordunun kurulması gerektiğine inanır ve bunun için
projeler hazırlar. Machivelli, İtalya’da ulusal birliğin İspanya ve Fransada olduğu gibi güçlü bir prens tarafından
gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır. Bir prens gereklidir, ama bu prens nasıl olmalıdır? Bunu “Prens” adlı eserinde
açıklar. Machiavelli bu eserinde en iyi yönetim hangisidir? Hangi yönetim meşrudur? İktidar nedir? gibi sorunlarla
ilgilenmez. Asıl ilgilendiği husus, İtalya’nın o gün içinde bulunduğu durumdur. Ulusal bir devlet ve ulusal bir ordu nasıl
kurulur? sorularına cevap arar. 1870 yılında İtalyan Birliği kurulduğunda Machiavelli bu hareketin öncüsü olarak saygıyla
anılır. XX’inci yüzyılda Mussolini ”Machiavelli bugün dört yüzyıl önce olduğundan daha canlıdır” diyecektir. Hitler
yenildiğinde ise “Machiavelliler de bir gün dizginlenebilirmiş” denilecektir. J.J Rousseau “Toplumsal Sözleşme” eserinde
Machiavelli’nin değişik bir yorumunu dile getirir, ona göre Machiavelli “Prens”i yazarken toplumları prens gibi yöneticilere
karşı uyarmak istemiştir.
c. Jehan Bodin ve Egemen- Monarşik-Ulus Devlet
Fransa’da 1576 yılında “Devletin Altı Kitabı” adlı eser yayınlanır, yazarı Jehan Bodin’dir. Yazarın hayatı konusunda
ayrıntılı bilgi yoksa da, hukukçu tarihçi ve filozof olduğu bilinir. Bodin devletin bir tanımlamasını vererek eserine başlar.
Devlet bir çok ailenin ve onlara ortak malların egemen güç tarafından yönetimidir. Bodin Machievelli gibi devleti yalnızca siyasal olaylar düzeyinde ele almaz, devlet hukuka uygun meşru bir kurumdur, iyilik düzen mutluluk gibi değerlere yabancı değildir.
Devleti devlet yapan temel öğe, toplumun birlik ve bütünlüğünü sağlayan egemen gücüdür. Egemenlik
mutlak sürekli bir güçtür. Egemenlik süreklidir, çünkü değişen yönetimlerin ötesinde hep aynı kalır. Sürekli olan
egemenlik mutlaktır. Egemenlik başkalarından emir almamaktır. Egemenlik her şeyden önce genel ve özel olarak herkes
için yasa yapmak, yasaları değiştirmek iktidarıdır. Bodin’in bu egemenlik anlayışı feodaliteyi bertaraf ederek Fransız
monarşisinin esas temel yapısını oluşturur. Bodin’e göre egemenlik parçalanamaz, bölünemez bir bütün olarak, bir
prenste bir azınlıkta yada toplumda olabilir. Egemenliğin kral soylular ve halk üçlüsü arasında bölüşülmesi söz konusu
olamaz. Bodin monarşiden yanadır. Bodin’e göre yöneticiler uyruklarının mülkiyet haklarına özgürlüklerine, yani doğal
yasaya saygılı olduğu ölçüde uyrukların da yönetenlerin yaptıkları yasalara uygun davrandıkları zaman monarşi meşru
olur[7].
ç. John Locke , Devletin Kökeni ve Meşruiyeti
Locke devletin kökenini doğa durumu[8] tezinden çıkarak açıklamaya çalışmaktadır. Ona göre siyasi otoritenin kökenini
tespit etmek için insanların doğal durumlarını göz önünde tutmak gerekir. Doğa durumu, insanların mülkiyeti
paylaşımında ve kendi eylemlerinde yalnızca doğal hukuka bağlı olmalarıdır. Sadece doğal hukuka uygun hareket ettikleri
bir özgürlük durumudur. Burada özgürlük herkesin her istediğini yapması değildir. Kişinin eylemlerini doğal hukuka
uygun yerine getirmesidir. Özgürlüğün teminatı ve sınırı doğal hukuktur. Doğal durum tüm otorite ve yargılama hakkının herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir eşitlik durumudur.
Bu doğa durumu Hobbes’in bahsettiği şekilde herkesin bir diğerinin kurdu olduğu bir savaş durumu değildir. Buradaki doğal durum bir özgürlük durumudur, fakat kurallara dayanır. Doğal hukukun egemen olduğu doğa durumunda doğal hukuku kim uygulayacaktır? Bu durumda hiç kimse başkalarını temsil hakkına sahip olmadığından, masumları korumaya, suçları engellemeye, cezalandırma işlemini yapmaya herkes yetkili olacaktır. Dolayısıyla bu durumda herkes kendi yargıçlığını kendi yapmak durumundadır.
Herkes herkesin üzerinde bir otoritedir. Bu otorite mutlak yada keyfi anlamda bir otorite
değildir. “Doğa durumunda suç nasıl belirlenecektir?” dersek suç aklın kuralları dışına çıkmaktır. Suç işlenmesi
durumunda her insan doğal hukuku tatbik etme hakkına ve otoritesine sahiptir. Suçlar ölüm cezasını gerektirse dahi,
doğal hukukun teminatı altında ceza gerçekleştirilir. O zaman böyle bir durum güvenlimidir? Herkesin herkesi
öldürebildiği bir durum güvenlimidir? Bu durum Hobbes’ın belirttiği gibi bir kargaşa durumu değildir. İnsanlar rasyonel
varlıklar olduklarından açık, anlaşılır bir doğal hukuk vardır. Bu doğal hukuk devlet durumundaki pozitif hukuka karşılık
gelir. Fakat Locke’a göre insanların kendi davalarının yargıcı olmaları noktasında bu duruma karşı çıkılabilir. İşte bu
yüzden doğal halde yaşayan insanlar kendilerini politik toplumun üyeleri yaparlar[9].
Acaba sivil toplumsal yönetime nasıl geçilir? Locke’a göre bu duruma savaş tehlikesinin oluşması neden olmaktadır.
Doğal durumda insanlar özgür, eşit ve bağımsız dünyaya gelirler ve yaşarlar. Emekleriyle elde ettikleri şeylerin başkaları
tarafından zorla ellerinden alınmaya kalkışılması ve bu insanların köleleştirilmeye çalışılması savaş durumudur. Bu
durumda olan insanların yardım çağırabilecekleri bir üst otorite yoktur. İnsanlar doğal durumun savaş durumuna
dönüşmesini engellemek için doğal durumu terk ederler ve toplum halinde yaşamaya başlarlar. Bu durumda insanları
bağlayan başka müşterek bir otorite, politik otorite haksız eylemlerde yardım çağırabilecekleri müşterek bir güç olacaktır.
Locke için bu otorite doğa durumundaki herkesin doğal olarak sahip olduğu, fakat toplumu oluştururken ona ve onun
yöneticilerine daha doğrusu kurdukları devlete devrettikleri bir otoritedir. Buradaki otoritenin varlık nedeni, insanların
sahip oldukları yaşama, mülkiyet ve hürriyet gibi doğal ve temel hakların muhafazasıdır. Bu otoritenin gayesi bir bütün
olarak toplum üyelerinin korunmasıdır. Bu otorite mutlak ve keyfi bir otorite değildir. Bu durumda devlet sınırlı bir devlet
olup, herkesi temsil eder ve mutlak ya da keyfi yönetimler meşru devlet formları değildir. Rızai ve hukuki yönetim
meşruiyetin zorunlu formlarıdır. Despotik olan her türlü otorite gayrı meşrudur. Halkın rızasına dayanmayan bir devletin
insanların itaatini talep etmeye hakkı yoktur. Rızaları olmaksızın insanların temel ve doğal hakları üzerinde kimse
tasarrufta bulunamaz. Herhangi bir devletin yönetimi altında bulunmak insanları hukuka bağımlı kılıyorsa da, insanlara
köle muamelesi yapmak onları tekrardan savaş durumuna sokmak demektir. Kölelikten ve savaş durumundan
kurtulmaya çalışmak, elbette ki insanların hakkı ve doğal bir tavrıdır[10].
Locke’a göre Tanrı yeryüzünü insanların müşterek kullanmaları için bahşetmiştir. Bütün meyveler hayvanlar müşterek
olarak insanlara aittir. İnsanlar emekleriyle bunlar üzerinde tasarrufta bulunabilirler. Emek bu hayvanları ve meyveleri
doğaya ait olmaktan çıkarır ve özelleştirir. Meyveyi toplayan veya av hayvanını vuran ona sahip olur. Çünkü emeğiyle
ona bir değer katar. Lock’a göre insanın emeğiyle özel mülkiyete sahip olması, doğal ise de hayatının çok ötesinde özel
mülkiyete sahip olması doğal değildir.
17’inci yüzyılda Locke mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Hobbes ve
Rousseau gibi Locke’da toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunmaktadır. Locke İnsanların hukukun
veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğal durum düşüncesinden yola
çıkmıştır. Böyle bir doğal durumun dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bilerek ve
isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılmaktadır. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas
etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
John Locke, siyasal düşünceler tarihinde oldukça önemli ve seçkin bir yere sahiptir. Doğal hukuk düşünceleri arasında
yer alan Locke’a seçkin bir yer kazandıran şey ise, oldukça sağlam bir mantıkla işlemiş olduğu teorisidir. Locke’un teorisi,
bir çok bakımdan günümüzde de büyük bir önem taşımaktadır. Her şeyden önce John Locke, çağdaşı olan Hobbes’tan
farklı olarak orta sınıfın iktidardan pay alabilmesinin bir anlamda sözcülüğünü yapmış ve teorisini hazırlamaya çalışmıştır.
Buna karşılık Hobbes ise, yavaş yavaş ortaya çıkan orta sınıfın, iktidarın koruması altında gelişmesini hedeflemişti. Bu
bakımdan klasik liberal anlayışın köklerinin bir çoğunu Locke’da bulabilmek mümkündür. Locke, aynı zamanda
liberalizmin öncülerinden ve kurucularından birisi olarak kabul edildiği gibi, Amerikan Devrimini ve ilk yazılı Anayasanın
ortaya çıkışını fikirleriyle önemli ölçüde etkilediği de savunulmaktadır.
Locke’un mülkiyete verdiği anlam ve önem, teorisinin temel taşını oluşturur. O’na göre mülkiyet, insanların
canlarının, özgürlüklerinin ve mal varlıklarının bir bütün olarak ifadesidir. Her şey, bu mülkiyetin korunması ve
geliştirilmesi esasına dayanmaktadır. Bunu sağlayacak en önemli unsur ise, yasama gücünde odaklaşmaktadır.
Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar
Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da, Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum
sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu
düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen
siyasal topluluğun temelinin ne olması gerektiğidir.
John Locke, “tamamen yeni, daha önce hiç bilinmeyen şeyler söylememiştir. Orijinal görüşleri mülkiyet konusunda
odaklaşmakla beraber, fikirlerini etkili ve oldukça sistematik biçimde ortaya koymaya çalışmıştır”. Locke’un mülkiyet
kavramına verdiği geniş anlam ve bunun yasama gücü ile esas olarak korunabileceğini savunması, daha sonra iyice
yerleşecek ve yaygınlaşacak olan parlamenter meşruiyet anlayışına oldukça büyük katkılar yapmıştır.
d. Thomas Hobbes, Leviathan ve Devlet
XVII inci yüzyılda siyasal çalkantılar içerisindeki İngiltere’de 1651 yılında Thomas Hobbes Leviathan adlı eserini
yayınlamıştır. Hobbes eserinin hemen başında Leviathan’ın ne olduğunu açıklar. Leviathan Latincede Civitas diye
adlandırılan devlettir. Bu devlet insan eseri yapay bir yaratıktır. İnsana benzer ama ondan daha büyük ve güçlüdür.
İnsanları korumak ve savunmak için yaratılmıştır. Bu canavarın “ruhunu” egemen güç temsil eder. Hakimler, memurlar
ve diğer görevliler yargı ve yürütme görevini yaparlar bu yaratığın “eklemini” oluştururlar. Egemenlik kavramı içerisinde
yer alan cezalandırma ve ödüllendirme yaratığın “sinir sistemini” oluşturur, toplumda herkesin zenginlik varlığı onun
“gücüdür.” Halkın selameti “solis populis” onun görevidir. Danışmanları onun “belleği,” hakkaniyet ve yasalar onun
“aklı ve iradesidir.” Uyum onun “sağlığı”, kargaşa hastalığı iç savaş ise onun “ölümüdür”. Bu yaratığın içeriğini ve
yapıcısını insanlar oluşturur[11].
Hobbes‘a göre insanlar arasında rekabet güvensizlik ve herkesten üstün olma tutkusundan kaynaklanan sürekli bir
mücadele ve savaş hali vardır. Bu savaş herkesin herkesle, herkesin herkese karşı savaşıdır. Böyle bir ortamda güvenlik
olmayacak, tarım bilim ve sanayi de yapılamayacaktır. Toplum hayatı da devam edemeyecektir. Sürekli öldürülme tehdidi
altında bulunan insanın hayatı da kısa verimsiz zorluklarla dolu ve yarı hayvansal bir yaşam olmaya mahkumdur.
Herkesin herkesle savaş halinde olduğu ortamda benimki seninki ve mülkiyet kavramı da yoktur. İnsanın doğal yapısı
insana böyle bir yaşam hazırlar, fakat insan bu durumdan kurtulmak zorundadır. Bu durumdaki insanların diğer insanlarla
anlaşması gerekir. Bu anlaşmanın koşulları “doğal yasadır”. Bu doğal yasa kurallarının temel ilkesi “kendine yapılmasını
istemediğin bir şeyi sende başkasına yapma”dır. Bu ilkeye uygun olarak herkes, her şey üzerindeki mutlak hakkından
vazgeçmelidir. Bu vazgeçiş başkasının hakkı olmasına engel olma özgürlüğünden vazgeçiştir. Bu vazgeçiş sorunu
tümüyle çözmez. İnsanların yaptıkları bu anlaşmaya uymalarını sağlayacak bir “otoritenin” varlığı şarttır. Anlaşmaya
uyulmasını sağlayacak bu karşı konmaz gücün sahibi kim olacaktır. İşte bu güç devlettir yani Leviathan’dır. Bu devleti
insanlar aralarında yapacakları sözleşme ile kuracaklardır[12]. Hobbes insanları savaş durumundan kurtaracak bu gücün
iktidarın tüm insanların yetki ve güçlerini bir “kişiye” ya da bir “meclise” devretmeleri ile kurulacağını söyler. Bu devir
sözleşmesinin ifade ettiği anlam şudur. “Ben şu kişi yada şu meclise kendi kendimi yönetme hakkımı devrediyorum,
ancak sende aynı kişi yada meclise aynı haklarını devredeceksin.”
Bu egemen güç yasayı yapan kaldıran değiştiren tek güç olacaktır. Egemen güç yapılan sözleşmeyle bağlı olmadığı için
sözleşme hükümleri ile bağlı değildir. İnsanlar haklarından vazgeçince, bu vazgeçiş mutlak vazgeçiştir. Geriye dönüşü
yoktur. Mülkiyet hakkı egemen gücün verdiği bir haktır. Egemenin yaptığı hiçbir iş uyruk tarafından cezalandırılamaz ve
eleştirilemez. Uyruklara hangi düşüncelerin öğretileceğine egemen karar verir[13].
Devletin görevi barış ve güvenliği sağlamaktır. Bunun için adil olmalı adalette eşitliği sağlamalı, çalışamayacak durumda
olanlara yardım etmeli tüm bunları yerine getirmek için iyi yasalar yapmalıdır. Yıkıcı doktrinler, devlet otoritesinin
mutlak nitelikte olmaması, egemen gücün belirli yasa yada kişilere tabi olması, kişilere tanınan mülkiyet hakkına mutlak
bir nitelik verilmesi, egemen gücün bölünmesi devletin sonunu oluşturur.
Hobbes devlet biçimlerini monarşi, demokrasi ve aristokrasi olarak ayırmıştır. Bunu belirlerken egemen gücün kimin
elinde olduğuna bakarak bir ayrım yapmıştır. Hobbes’in totaliter devlet sistemi çağımızda iki şekilde değerlendirilmiştir.
Bir görüşe göre çağımızın faşist, nasyonal –sosyalist ve komünist devletleri Hobbes’ın Leviathan’ını anımsatmaktadır.
İkinci görüşe göre Hobbes’ın bireyci ve rasyonalist doktrini ile modern totaliter devletler arasında önemli ayrılıklar
vardır[14].
e. Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi ve Devlet
Jean Jacques Rousseau’da toplum düzeninin temelini sözleşmeye dayandırmaktadır. Rousseau’ya göre en eski toplum
ailedir. Çocuklar bakılmak ve korunmak gereksinimiyle aileye bağlı kalırlar. Bu ihtiyaç ortadan kalkınca istekleriyle ailede
kalırlar. Böylelikle ailede kendi varlığını sözleşmeyle sürdürmektedir. İnsanın ilk uyacağı yasa varlığını korumak yapacağı
ilk şey de, kendine borçlu olduğu özeni göstermektir. Toplumlarda baş bir baba halk da çocuklar gibidir. Hepsi eşit ve
özgürdürler ve bu özgürlüklerinden ancak kendi çıkarları için vazgeçerler. Ailede babanın çocuklarına olan sevgisi onlara
gösterdiği özeni karşılar, devletteyse devlet başkanının kendi halkına beslediği bu sevginin yerini hükmetme zevki alır.
Rousseau’ya göre her türlü insan gücü yönetilenler yararına kurulmuştur. Ona göre insanlar Aristoteles’in belirttiği gibi
kimi köle, kimi efendi olarak dünyaya gelmez. Köle olarak doğanları köle olarak tutan şey oların korkaklıklarıdır.
Rousseau’ya göre herkes eşittir.[15]
Toplumu yönetenler arasında en güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak
kadar güçlü değildir. Güç maddesel bir şeydir. Bir öncekini alt eden güç, önceki gücün hakkını da elde eder. Öyleyse güç
hak yaratmamaktadır. İnsan sadece haklı güce boyun eğmelidir. Öyleyse haklı yetkinin temelini sözleşme
oluşturmaktadır. Rousseau’ya göre “bir insanın özgürlüğünden vazgeçip bir efendinin kölesi olabildiği gibi, bir ulusun da
kendi özgürlüğünden vazgeçip kralın buyruğuna girmesi” düşüncesi yanlıştır. Krallar geçimini toplumdan sağlarlar. Bir
insanın kendini karşılıksız, kendi aleyhine olacak şekilde krala bağlaması saçmalıktır. Herkesin kendisini krala bağladığı
durumda bile çocuklarını bağlamaları mümkün değildir. Çünkü insanlar özgür doğarlar özgürlükleri kendilerinindir, hiç
kimsenin onların özgürlüğünü kullanmaya hakkı yoktur. Baba çocuklarının özgürlüklerini geri dönülmezcesine başkasına
veremez. Böyle bir bağış doğanın amaçlarına aykırıdır[16].
Rousseau’ya göre bir kalabalığı boyunduruk altına almak ile bir toplumu yönetmek arasında her zaman bir ayrım
olacaktır. Dağınık yaşayan insanlar bir kişinin buyruğu altına girdikleri zaman, artık ortada bir ulusla başkanı değil efendi
ile köleleri vardır. Bu durumda ortada bir toplum yok olsa olsa bir topluluk vardır.
Rousseau toplumsal sözleşmeyi izah ederken insanların öyle bir durumda olduklarını kabul ediyor ki, “insanların doğal
yaşama halindeyken korunmalarını güçleştiren engeller, diretme güçleriyle, tek tek her kişinin bu durumda kalabilmek
için harcayacağı çabalarla baş edemeyeceği engeller olacaktır” diyor. Rousseau’ya göre doğal yaşama hali ile ilgili
“araştırmaları tarihsel gerçekler” olarak kabul etmemek gerekir[17]. Doğal yaşama halindeki bu ilkel durum içerisinde
insanlar yaşamlarını düzeltmek zorundadırlar. İnsanlar yeni güçler yaratamayacaklarına göre güçlerini birleştirerek
kullanmak zorundadırlar. Bunun için diretme gücünü alt edebilecek, bir güç birliği kurmak ve bu güçlerini tek bir dürtücü
güçle yönetmek zorundadırlar. Bu güç birliği birçok kimsenin bir araya gelmesiyle kurulabilir. Bu durumda “üyelerin her
birinin canını malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle
birleştiği halde yinede kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte bu ancak toplumsal sözleşme ile
başarılabilir. Kısaca toplumsal sözleşme şöyle özetlenebilir. Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada
genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.[18] Rousseau kişilerin
birleşmesiyle oluşan bu tüzel kişiye bireyler edilgen olduğu zaman “devlet”, etkin olduğu zaman “egemen varlık”, öbür
devletlere karşı da “egemenlik” diyor. Egemen gücün üyesi olarak teker teker herkes yurttaştır ve yurttaşların hepsi
birden halkı oluşturur. Bu sözleşmede kişiler egemen varlığın üyesi olarak kişilere karşı, sonrada devletin üyesi olarak
egemen varlığa karşı bağlanmaktadırlar. Toplumsal sözleşme ile insan toplum düzenine geçişte önemli değişiklik yaşar.
Davranışlarındaki içgüdünün yerine adaleti koyar. Topluluğun her kişisi varı ve yoğu bütün güçleriyle birlikte kendini
olduğu gibi topluluğa verir. Bu demek değildir ki, işlem sonunda el değiştirmekle mal sahipliği özünü de değiştirir.[19]
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, “bu benimdir” diyen ve çevresinde buna inanacak kadar saf insanlar bulan kişi
toplumun kurucusu olmuştur” der Rousseau. İnsanların yetenekleri ve becerileri eşit olmayınca zeki az zamanda daha
çok iş yapmış, becerikli daha iyi iş çıkarmış ,eşit çalıştıkları halde bazıları çok kazanmış diğerleri ölmeyecek kadar
kazanmıştır. Bu durum karşısında insan önceleri özgür ve bağımsızken yeni ihtiyaçları nedeniyle hemcinslerinin ve
doğanın kölesi bir insan ortaya çıkmıştır. Toplum savaş alanına dönmüştür. Rousseau’ya göre bu durumda toplumsal
sözleşme ortaya çıkmıştır. Ama “Güçlerimizi birbirimize karşı kullanmak yerine, onları bizi yasalara göre yönetecek,
topluluğun tüm üyelerini koruyacak, savunacak, ortak düşmanı yok edecek üstün iktidar içinde toplayalım diyen
insanların böylece özgürlüklerini güvence altına aldıklarını sanarak köleliğe doğru koştuklarını” söyler Rousseau. Bu
nedenle toplumsal sözleşme eserine başlarken “İnsan Özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” diyerek
başlar.[20]
Toplumsal sözleşme ile insan doğal özgürlüğünü canının çektiği gücünün yettiği her şey üzerindeki sınırsız hakkını
kaybeder. Kazancı ise toplum içinde özgürlük ve sahip oluğu şeyler üzerindeki mülkiyet hakkıdır.
Rousseau’ya göre egemenlik genel iradenin kullanılmasıdır, devredilemez ve bölünemez. İktidarın devri mümkündür,
ama egemenlik devredilemez. Rousseau’ya göre egemenlik bölünmez, çünkü irade ya geneldir, yada halkın bir
kısmınındır. Rousseau egemenliğin yasama, yürütme gibi bölünmesine kuvvetler ayrılığına karşı çıkar. İrade genelse ve
halkın bütününe aitse bu egemenliğin ifadesidir ve yasa gücündedir. Buna karşılık irade genel değilse, özel bir iradedir ve
yasa gücünde değildir. Rousseau’ya göre yasayı, yasaya tabi olan halk yapacaktır. Yasaları kaleme alan yasa yapma
iradesine sahip değildir. Yasaların hedefi herkes için en büyük iyiliği gerçekleştirmektir. Bu büyük iyilik iki temel ilkede
toplanır. Özgürlük ve eşitlik[21].
Rousseau’ya göre yönetim biçimleri yöneticilerin sayılarına göre belirlenir. Egemen toplum yönetim görevini azınlığın
elinde bırakmışsa buna aristokrasi, halkın tümü yada büyük bölümüne bırakmışsa demokrasi, bir kişinin eline bırakmışsa
monarşidir. Rousseau “En iyi yönetim hangisidir sorusuna cevap verilemez ama bir ulus iyimi kötümü yönetiliyor buna
cevap verilebilir” der. Ülkede her şey aynı kalmak kaydıyla nüfus artıyorsa yönetim iyidir azalıyorsa kötüdür” der,
Rousseau.
f. Ulusal Devletin Ortaya Çıkışında Merkantilizmin Etkisi
XVII’nci yüzyıl ekonomide merkantilizmin geliştiği yüzyıldır. Merkantilizm bir ülkenin zenginliği ve gücünü o ülkenin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenler stokuna bağlar. Bunun için bir yandan ülkeden altın ve gümüş çıkışı
önlenmek istenmiş, diğer taraftan ülkeye altın ve gümüş çıkışı sağlamak için tedbirler alınmıştır. Bu yüzyılda Batı Avrupa
toplumlarını ilgilendiren başlıca sorun merkezi ulusal bir devlet haline dönüşebilmektir. Yalnızca zengin devletlerin güçlü
olabileceğine inanıldığından, siyasal iktidarlar ekonomik hayata altın ve gümüş birikimini sağlayacak şekilde yön
vermelidirler[22].
g. Fransız İhtilali
Fransız İhtilali krallık rejimine karşı yapıldığı için, tek adam iktidarına son verilmiş, onun yerine burjuvazinin önderliğinde
bir ulusal yapının ülkede kendi kendini yönetmesi istenmiştir. Kentlerde örgütlü ve zengin burjuvazi, tek adam iktidarına
karşı çıkarken, kendisi yalnızca tek başına bir siyasal varlık olarak devlet yönetimine el koymaktan çekinmiş, ama ulusun
bütününü temsil eden bir ulusal egemenlik düzeninin kurulmasına giden yolu açmıştır. Tek adam iktidarından çok adam
iktidarı olan ulusal egemenlik düzenine geçerken, ulusal devlet modeli geliştirilmiştir. Ulus devletler ve uluslar
kurumsallaşmış siyasal iktidar biçimlerinin somut görünümleri olarak dünya sahnesine çıkmışlardır[23].
- Ulus Devlet ve Milliyetçilik
Milliyetçilik genellikle, ortak bir tarih ve kültür bağı ile birbirine bağlanmış, potansiyel olarak kendine yeten bir insan
topluluğu olarak tahayyül edilen bir ulusa karşı duyulan güçlü bağları içine alan düşünceler, ideolojiler ve toplumsal
hareketlerle özdeşleştirilir. Milliyetçilikte yurttaşlar ve hükümetler kendi devletleri, kültürleri ve insanlarının hayatta
kalması ve gelişmesine, yabancı devletler, kültürler ve insanların hayatta kalması ve gelişmesinden daha fazla önem
veririler veya kendi devletinin vatandaşlarının maruz kaldıkları adaletsizliklere yabancıların maruz kaldıkları
adaletsizliklerden daha fazla önem veririler. Yurttaşların çıkarlarına önem veren milliyetçilikge genel milliyetçilik, kendi
yurttaşları için adalet önceliğine önem veren milliyetçiliğe yüce milliyetçilik denebilir[24]. Milliyetçilik temelde milletleşme
sürecinin bir ürünüdür. Bu sebeple Fransız İhtilalinden önce milliyetçilik ideolojisinin doğduğu kabul edilmemektedir.
Bundan öncede Batı’da ve Doğu’da dil ve din farklılıklarının önemi sık sık görülmüşse de, bu faktörlerin milli bağımsızlığı
gerektirecek yeni bir milliyetçilik anlamı ortaya koyacakları hiç düşünülmemiştir[25].
Modern dönem toplumlarının ulus temelinde örgütlenmesini sağlayan ana güç milliyetçilik ideolojisi olmuştur. Milliyetçilik,
milli hisse dayanan davranış ve tutumlar anlamında yukarıda bahsedildiği gibi, oldukça eskiye götürülse bile ideoloji ve
siyasi hareket olarak ön plana çıkması modern dönemlere ait bir olgudur. Bu kapsamda milliyetçilik ulus devlet
modelinin oluşmasında temel rol oynamıştır. Milli egemenlik, milli kimlik, siyasi ve idari bütünlük gibi ulus devlet
modelinin tüm köşe taşları milliyetçi ideolojiden kaynaklanan uygulamalardır.
İdeoloji olarak milliyetçiliğin ilk izlerini on sekizinci yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan ve aydınlanmanın halkla daha içiçe
olan bir yorumu olarak nitelendirilen Neo-Klasizm’de görmek mümkündür. Aydınlanma filozoflarına göre dünyayı
anlamlandıracak temel formül, iyi tanrı, iyi tabiat ve iyi insandır. Neo klasizmin, aydınlanma düşüncesinin temeli olan iyi
tabiata ve iyi insan yaklaşımlarını halka dönük bir şekilde yeniden yorumlayan bir düşünce biçimi olduğu söylenebilir. Bu düşünce biçiminde yurt kavramının ön plana çıkarılışı, yurtta yaşayan toplumların üyeleri arasında politik eşitlik
düşüncesi, egemenliğin kaynağı olarak halkın işaret edilmesi, ülkesel bütünlüğe verilen önem ve bu bütünlüğü
sağlayacak güçlü ve etkin bir devlet fikri, ana öğeler olarak göze çarpmaktadır. Fransız ihtilalinin düşünsel manada
hazırlayıcısı olan Neo-Klasizmin sıklıkla karşılaşılan figürlerin başında ise eski Yunanda yurtlarını kutsallaştırmaları ve
bağlılıkları ile tanınan Ispartalılar gelmekte, gerçek mutluluğun politik eşitlikle özdeşleştririlmesi, yurdu kuşatarak politik
eşitliği gerçekleştirecek güçlü bir devlet fikrinin sıklıkla işlenmesi dikkat çekmektedir.
Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıkmış olduğu kabul edilen ulusal devlet sistemine geçiş dönemi aynı zamanda
feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemdir. Feodal devlette egemen olan meşrutiyet anlayışına göre
devletin sahibi ve meşrutiyetin kaynağı monarşiydi. Feodal sistemin zayıflamaya başlamasıyla birlikte güçlenen burjuvazi
sınıfı, politik etkinliğini pekiştirmek için kitlelerin desteğini arkasına almak zorunda idi. Buradan hareketle egemenliğin
kraldan alınarak halka verilmesi süreci içinde milliyetçi akımların güç kazanması, milli egemenlik fikrinin kitlelerde geniş
yankı bulmasını sağlamıştır.
Ayrıca bu dönemden itibaren halk egemenliği düşüncesinin giderek güçlenmesi ve Avrupa’da soyluların egemenliğine
karşı çıkan yaklaşımların milliyetçi akım ve düşüncelerde yer aldığı görülmektedir. Avrupa’da krallıklara veya
imparatorluklara karşı bağımsızlık amaçlı başkaldırılarda demokratik talepler kadar milli his ve gururda etkili olmuştur. Bu bakımdan liberal düşüncenin kaynaklık ettiği egemenliğin milletle buluşması sürecinde milliyetçiliğin etkinlik kazanması önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir.
Ulus devlet, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve
jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisinin belli bir coğrafyada
örtüştürür, ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Tarihteki diğer devletlerden
farklı olarak, ulus devlet modelinde devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri
paylaşması esastır. Adeta milliyetçilik, ulus devletin diğer unsurları ile birlikte yukarıda sayılan değerleri birleştiren bir
tutkal fonksiyonu görmüştür.
Ulusun mu yoksa ulus devletin mi önce ortaya çıktığı tartışmalı bir konudur. Milliyetçi görüşler genellikle ulusun önceden var olduğunu iddia ederler, ulus devlet bu ulusun egemenlik taleplerini karşılayacak bir model olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak modernleşme odaklı teorilere göre ulusal kimlik daha önceden var olan devletin politikalarının bir ürünü olarak
görülmektedir. 19. yüzyıl Avrupa’sında Sanayi devrimi, yazılı basının gelişimi ve öğretimin kurumlaşması gibi etkenlere
bağlı olarak ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşmasının önü açılmıştır. Bunlar da ulus devletin oluşumunu hızlandıran etkenlerdir.
- Ulus Devletin Geleceği ve Küreselleşme
Francis Fukuyama “Egemenliğin günbatımını ileri sürenler, ister sağ kanatta, serbest piyasaların savunucuları, ister sol
kanatta, çok taraflılık yandaşları olsunlar günümüz dünyasında ulus devlet egemenliğinin yerini neyin alacağını açıklamak zorundadırlar. Bu boşluğu fiilen doldurmuş bulunanlar, çok uluslu şirketler, sivil toplum örgütleri, uluslararası örgütler, suç kartelleri, terörist gruplar ve benzerleri gibi, belli oranda güce yada meşruiyete sahip olan fakat aynı anda ikisini birden nadiren bünyesinde barındıran kuruluşlardan oluşan renkli bir koleksiyondur. Net bir cevabın yokluğunda ulus devlet egemenliğine geri dönmekten ve bir kez daha devleti nasıl daha güçlü ve verimli kılabileceğimizi anlamaya
çalışmaktan başka seçeneğimiz bulunmamaktadır.” demektedir. Öte yandan, ulus devletle bir arada düşündüğümüz
geleneksel askeri güç şekli, bunların ihtiyacına yanıt vermekte açıkça yetersizdir. Ülkeler sadece kendi sınırları içinde
değil, aynı zamanda diğer tehlikeli ve düzensiz devletler içerisinde devlet kurumları inşa etme becerisine sahip olmalıdır.
Eskiden bu işgal edilerek işgal edilen topraklar imparatorluk topraklarına katılarak yapılırdı. Bugün ise demokrasi, insan
hakları ve öz-yönetim savunularak bunlar yapılmaktadır[26].
Küresel düzen içerisinde serbest ekonominin yaygınlaşması, teknoloji ve liberalizmin milli sınırların klasik fonksiyonlarının bir kısmını ortadan kaldırması, klasik egemenlik unsurlarında görülen aşınmalar, esasta bilgi devriminin rekabete dayalı bir toplumsal yapılanmaya yol açması ve iktidar dağılımının zaruri hale gelmesi, son zamanlarda ortaya çıkan gelişmelerdir. Çok kültürlülük, etno-kültürel canlanma, küresel kitle kültürü gibi milli kimlik politikalarını klasik haliyle sürdürmeyi zorlaştıran süreçlerin de, bilgi devrimine paralel olarak çoğulcu bireyselliğe dayalı toplum ve siyaset
anlayışının sonuçları olduğu söylenebilir. Düşünsel temellerini moderniteden alan milliyetçiliğin biçimlendirdiği, temel
unsurlar ve yapısal özelliklere sahip olan ulus devlet modelinin böyle bir ortamda ne olacağı merak konusudur. Yeni
siyasi yapılanma konusunda iki öngörünün ön planda olduğu görülmektedir. Son on yıla damgasını vuran öngörü,
insanlığın ekonomi gibi siyasetin de milli kalmasının imkânsızlaştığı bir sürece girdiği, ulus devlet modelinin ortadan
kalkacağı şeklindedir. Bu görüştekilerin dayanak noktaları, ulus devletin işlevselliğini ve rakipsizliğini yitirmesine sebep
olduğunu düşündükleri toplumların başta ekonomik olmak üzere sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki bakımlardan küresel
sisteme entegre olmaya başlamaları, ulusal egemenliğin uluslararası kurum ve kuruluşlarla paylaşmanın kaçınılmazlığı,
yerelleşme taleplerinin artmasıyla yerel otoritelere yetki devrinde görülen artış ile etnik bilinçteki canlanmayla çok
kültürlülüğün yükselmesi gibi gelişmelerdir.
Diğer öngörü ise ulus devleti tarihin sonu olarak gören Hegeli hatırlatırcasına, yapısal anlamda bazı değişiklikler
olabileceği, ancak ulus devletin varlığını sürdüreceği şeklindedir. Bu görüşe göre, hem ulus ve milliyetçilik silinemeyecek
olgulardır, hem de küresel bilincin önüne geçmesi imkânsızdır. Ayrıca, küreselleşme teknolojik ve ekonomik gücü olan
rasyonel davranabilen tüm toplumlara, milli çıkarlarını daha rahat gerçekleştirme ve ulus devlet modelini daha işlevsel
kılma yönünde imkanlar sunmaktadır. Küreselleşmenin belirsiz ve karmaşık ortamında her iki yaklaşımı da haklı çıkaracak bir şeyler bulmak mümkündür. Bu hengamede tartışmasız olan bilgi devrimi ve üretim biçimindeki değişiklik nedeniyle siyasi yapılanma biçiminin mevcut haliyle devamının imkansız oluşudur. Ulus devlet biçiminin nasıl bir yapılanmaya dönüşeceğini tahmin edebilmek için ilk olarak bir durum tespitiyle ulus devletin temel unsurları ve yapısal özelliklerine yönelik tehditler belirlenmelidir.
Ulus-devlet modelinin öğeleri dikkate alınarak bir inceleme yapıldığında küreselleşme kapsamında en çok aşınmaya
uğrayan ulus devlet öğesi olarak milli egemenlik ön plana çıkmaktadır. Milli sınırların bazı yerlerde sembolikleşmesi,
küreselleşmenin iktidar erimesini hızlandırması, değişen egemenlik anlayışı, ulus devleti tartışma haline getiren başlıca
gelişmelerdir. Milli egemenlikte hukuken ve fiilen gelinen nokta egemenlik açısından yeni bir meşruiyet zemininin gelişip gelişmediği, dolayısıyla ulus devletin yerini yeni bir modelin alıp almayacağı hakkında fikir verecektir. Ulus devletin temel unsurlarından milli kimlik ise milli egemenlik kadar aşınmamaktadır. Hatta Küreselleşmenin yerelliği güçlendirici etkileri, milli kültür ve kimliklerin muhafazasına, hatta eritilmek istenen alt kültüre de canlılık kazandırmaktadır[27]. Fakat küreselleşme olarak nitelendirilen hızlı ve kapsamlı tüm değişikliklere rağmen, ulusun yerini alacak bir meşruiyet zemininin olmadığı ve henüz belirmediği rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca kolektif kültürel kimlik, kolektif irade ve milli sınırlar doktrini gibi milliyetçi prensipler kısmen aşınmakla birlikte, milli egemenlik ve milli kimliğin en geçerli uygulamalar olarak bu unsurlarla yeniden biçimlendiği, milliyetçiliğin ideoloji ve hareket olarak varlığını güçlü bir şekilde devam ettirdiği görülmektedir. Yaşananlar ne küresel bir uygarlığa gidildiğinin veya yeni bir dünya toplumunun oluştuğunun, ne de piyasanın yeni bir meşruiyet birimi olarak geliştiğinin işaretleridir. Zihinlerde üst kimlik olarak ulus dışında bir kavram olmadığı gibi, bütün ideolojiler için ulus politik teorinin temel birimi olmaya devam etmektedir. Küreselleşmeyle ortaya çıkan meşruiyet açıklarını tamamlayacak organizasyon olarak ulus devlet ön plandadır. Küreselleşmenin artmasıyla ulus devletin meşruiyet birimi olarak öneminin daha da arttığı görülmektedir. Küreselleşme sürecinde ulusun meşruiyet ve temel toplumsal birim olarak varlığını ve önemini sürdürmesine paralel olarak milliyetçilinde gücünü muhafaza ettiği görülmektedir.
Bir başka yaklaşıma göre günümüzde ulus devlet ve ulus kavramlarını kurgusal ve olgusal olmak üzere iki boyut ile
inceleyebiliriz. Kurgusal anlamda ulus ve ulus devlet ideal tipi oluşturur ve bu şekliyle kurgusal anlamdaki ulus ve ulus
devlet kavramı zamana ve mekana göre farklılık göstermez Buradaki boyut “olması gereken” boyuttur. Oysa olgusal
boyutta ulus ve ulus devlet kavramı “olanı” ifade eder ve bu kavramda somut belirleme, kurgusal düzlemde kalan ideal
tipten bağımsız olmayacak, ona belli ölçüde referans yapmak zorunda kalacaktır. Konuyu biraz daha açıklamak için
kurgusal boyuttaki ulus ve ulus devlet kavramlarını unsurlara ayırarak açıklamakta yarar vardır. Ulus kavramı dördü içsel
ve birisi dışsal olmak üzere beş temel unsura sahiptir. İçsel unsurlar dil, din, soy ile kültür ve tarih birliğidir. Dışsal
unsur ise müşterek düşman imajıdır. Dil siyasi içerikli bir kavramdır ve dil birliği gerçekleşmesi öngörülen siyasi bir
projedir. Bu projeyi başarmanın yöntemi ise tekelden yürütülen bir ilköğretim sistemidir. Ulusal siyasi yapılanmaların
oluşması ya da bu tarz bir yapılanmayı gerçekleştirme hedefinin somut bir siyasi projeye dönüşmesiyle birlikte, tarih ve
kültür yeniden yorumlanır ve bazı çarpıtmalarla ulusal niteliğe büründürülür. Bu düşüncenin oluşumu için kullanılan
başlıca araç ulusçu tarih yazımcılığıdır. Böylelikle tarih ve kültür birliği gerçekleştirilmeye çalışılır. Soy birliği ise oldukça
bulanıktır ve somut içerik bakımından belirlenmesi en güç olanıdır. Din kurumu ise ulus düşüncesiyle doğrudan ilişkili
olmayan bir kurumdur. Fakat dinin etkili olmadığını söylemekte doğru görünmemektedir. Şöyle ki aynı dili konuşan Sırp,
Hırvat ve Boşnaklar birbirinden ayıran tek ölçüt dindir.
Dışsal unsur olarak “ortak düşman” unsuru ise askerlik ile işlevsel hale getirilir. Burada vatan ve ortak düşmana karşı
vatanın savunulması konuları işlenir[28]. Ulus devletin yapısal çerçevesinde ülke oldukça değerli bir kavram olan vatanla
özdeştir. Sınır kavramı kutsal bir içeriğe sahip vatan kavramıyla birleşerek özel bir anlam ifade eder. Diğer yandan ulus
devlette siyasal çerçevenin ulusla örtüşme zorunluluğu, ulusal egemenlik ilkesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu
kurgu içerisinde ulusal çerçeveye dahil her birey, yurttaş sıfatına da sahiptir.
Ulus devleti oluşturulan bu unsurları açıkladıktan sonra mevcut olan ulus ve ulus devlet, bu unsurlar dikkate alınarak
olması gereken bir kurguya göre şekillendirilmeye çalışılır. Kurgu mükemmeli ifade eder. Mükemmellik ulus devlette
türdeşlikle eşanlamlıdır. Türdeşleştirmede başlıca üç araca başvurulur. Eğitim, zorunlu askerlik ve siyasi katılım bu
araçlardır. Bu türdeşleştirme projesi her gün uygulamaya konması gereken bir projedir. Bu projedeki başarısızlık, kültürel
özerklik taleplerine ve silahlı mücadeleye varan yan etkiler doğurur. Ulus devlet yapılanmasının günümüzde bunalım
içinde bulunup bulunmadığına, kısa ve orta vadede, gelecekte varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğine, bu yan etkiler
dikkate alınıp analiz edilerek karar verilebilir. Söz konusu yan etkileri analiz ederken, bunların kurguların içeriğini
değiştirebilecek bir niteliğe erişip erişmedikleri konusu üzerinde dikkatle durulmalıdır. Burada şu hususa özellikle dikkat
etmek gerekir. “Eğer kurgu doğru, fakat yan etkilerin sebebi kurgudaki eksiklik değil de, kurgudaki hususları
gerçekleştirmede yani olguya aktarılmasındaki eksiklik” ise, ulus devletin geleceğinin tehlikede olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Konu daha somuta indirildiğinde Avrupa’daki ulus devlet yapısını sarsan nitelikte görülebilecek, bazı olguları da incelemek gerekecektir. Ulus devlet yapısına tehdit oluşturabilecek akımlar ulus-üstücülük (supra-nationalism) ve ulus altıcılık (infra-nationalism) hareketleridir.
Ulus üstü siyasi yapılanmaların en somut örneği Avrupa Birliğidir. Avrupa birliği konumuzu doğrudan ilgilendiren ulusal
egemenlik ilkesini ortadan kaldırabilecek nitelikte bir yapılanma olarak görülebilir. Avrupa Birliğinin yeni ulus üstü bir
yapılanma sağlayacağını savunanlar yanında, buna karşı çıkanlar da vardır. Avrupa birliği bünyesinde gerçekleştirecek
olan bir siyasi bütünleşme sonunda ulus kavramı yerine geçebilecek başka bir meşruiyet kaynağının ortaya çıkması
mümkün müdür? Bu soruya olumlu cevap verirsek, bu yapılanma ulus devlet için tehlike çanlarını çalıyor demektir. Ancak Avrupa Birliği bünyesindeki bir siyasi bütünleşmenin ulusal üstü düzeyde yeni bir meşruiyet odağı yaratma potansiyeli hemen hemen hiçtir.
Avrupa’daki ulus devletler başta eğitim tekeli olmak üzere tüm uluslaştırma araçlarını ellerinde
bulundurmakta ve siyasi bütünleşmeye yönelik çabaların tüm artışına rağmen, topluluğu oluşturan ulus devletlerin
bütünleşmeyi gerçekleştirmeye yönelik dirençleri kırılmamaktadır. Dolayısıyla Avrupa Birliği ve benzeri yapılanmalarla
ulus devlet kurgusunun aşılabileceğini düşünmek yerinde değildir.
Diğer taraftan hayatımızda etkileri aratan ulus üstü kurumlar giderek çoğalsalar da ulus üstü kurumlara ilişkin hiçbir
siyasi kuramımız yoktur. Ulus devletin kurumları tarafından ne tür adalet ilkeleri uygulanması yurttaşların bu tür ulusal
kurumlara karşısında ne tür haklara sahip olması gerektiği, bu tür kurumlara hangi erdemlerle yaklaşılması gerektiğine
ilişkin çok iyi geliştirilmiş kuramlarımız vardır. Fakat ulus üstü kurumlarda hangi adalet ilkeleri, hangi demokratikleşme
ölçütleri hangi erdemlerin geçerli olacağına ilişkin pek az kişinin görüşü vardır. Bu anlamda da ulus devleti siyasi
kuramın tek ve baskın bağlamı olarak ele alamayacağımız iyice açıklık kazanmıştır. Bu sorunları açıkça ele alan daha
kozmopolit bir demokrasi ve yönetim kavrayışına gereksinimimiz vardır. Bu kapsamda liberal milliyetçiliğe karşı en fazla
eleştiri ulus üstü demokrasi kuramına duyulan gereksinimi görmezden gelmekle kalmayıp, demokrasiyi ulusal ve dilsel
sınırları aşacak bir düzlemde kurumsallaştırmayı engellemesidir (Örneğin D. Held 1995,1999,Young 2000)[29].
Ulus altıcılık hareketlerini ise bölgeselcilik ve mikro ulusçuluk olarak ikiye ayırmak mümkündür. Eski Yugoslavya’nın
dağılmasıyla doruk noktasına çıkan mikro ulusçuluk aslında ulus devlet kurgusuna alternatif oluşturmamaktadır. Hatta
ulus devlet kurgusunun burada yoğun biçimde kullanıldığı görünmektedir. Bölgeselcilik akımı ise, kültürel ve ekonomik
bütünlük içinde bulunduğunu savladığı bölgeler için farklı ölçülerde özerklik elde etme hedefine yönelmiş bir siyasi akım olarak tanımlanabilir. Bu durumu da ulus devlet yapısına alternatif bir yapılanma olarak değil, üniter devlet yapısına karşıt bir yapılanma olarak değerlendirmek daha doğrudur. Buradan çıkarılabilecek sonuç ne ulus üstücülük, nede ulus altıcılık akımlarının bir meşruiyet ilkesi etrafında yoğunlaşan ulus devlet kurgusunun yerine alternatif bir kurgu oluşturacak güçte değildir[30].
Av. Yalçın TORUN
UYARI
Web sitemizde yayımlanan yukarıdaki yazılı metnin, eser sahipliği hakları Av.Yalçın
TORUN’a aittir. Bu yazılı metin hak sahipliğinin tespiti amacıyla zaman içerikli elektronik imza
ile muhafaza edilmektedir. Sitemizdeki yazılı metinler avukat meslektaşlarımız tarafından
dilekçelerinde serbestçe kullanılabilir, fakat metinlerin tamamının, bir kısmının veya özetinin
atıf yapılmaksızın başka web sitelerinde yayınlanmasına iznimiz yoktur
Kaynaklar
Çeçen, A.: Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti,Fark Yayınları , Ankara 2007.
Erözden, O.: Ulus Devlet, Dost Kitabevi, Ankara 1997.
Fukuyama, F.: Devlet İnşası, Çeviren Devrim Çetinkasap, Remzi Kitabevi 2005.
Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Kitabevi, İstanbul 1989.
Hobbes, T.:Thomas Hobbes LEVIATHAN veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çeviren Semih Lim,
YAPI Kredi Yayınları, İstanbul 1992.
Kymlıcka,W.: Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş,Çeviren Ebru Kılıç,İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2006.
Pogge, T.: Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul 2006.
Rousseau,J,J.:Toplum Sözleşmesi, Çeviren Vedat Günyol, İstanbul 2009.
Şahin, K.:Küresel Tartışmaları Işığında Ulus Devlet İstanbul 2007.
Toku,N.: John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte Yayınları, Ankara 2003.
Türkdoğan, O.:Türk Ulus Devlet Kimliği,IQ Yayıncılık, İstanbul 2006.
[1] Erözden, O.: Ulus Devlet,Dost Kitabevi, Ankara 1997, s.9-10.
[2] Erözden,age,s.30-41.
[3] Şahin,age,s.123.
[4] Şahin,age,s.124.
[6] Erözden,age,s.53.
[7] Göze,age,s.123-126.
[8] Rousseau’da bu doğal yaşam olarak ifade edilmiştir
[9] Toku,N.: John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte Yayınları, Ankara 2003, s.75-76.
[10] Toku,age,90-91.
[11] Hobbes, T.:Thomas Hobbes LEVIATHAN veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çeviren Semih
Lim, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul 1992,s.17-18,
[12] Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler,Beta Kitabevi, İstanbul 1989.,s.136-137.
[13] Hobbes, age, 127-138.
[14] Göze,age,s.141-143.
[15] Rousseau,J,J.:Toplum Sözleşmesi, Çeviren Vedat Günyol, İstanbul 2009,s.4-6.
[16] Rousseau,age,s.10-12.
[17] Göze,A.: Siyasal Düşünceler ve Yönetimler,Beta Kitabevi, İstanbul 1989.,s.194.
[18] Rousseau,age,s.15.
[19] Rousseau,age,s.18.
[20] Göze,age,s.200
[21] Göze,age,s.207
[22] Göze,age,s.127.
[23] Çeçen, A.: Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti,Fark Yayınları , Ankara 2007,s.33.
[24] Pogge, T.: Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul 2006,s.192-193.
[25] Türkdoğan, O.:Türk Ulus Devlet Kimliği,IQ Yayıncılık, İstanbul 2006,s.138.
[26] Fukuyama,F.: Devlet İnşası, Çeviren; Devrim Çetinkasap, Remzi Kitabevi 2005, s.142.
[27] Şahin, age,s.151-157
[28]Erözden,age,s.114-115.